“Hiçten Saadetler” başlıklı birkaç paragraflık yazı okumuştum. Kimim yazısı olduğunu, ne zaman okuduğumu ve yazının ayrıntılarını sormayın. Unuttum. Aklımda kalan şu: İnce belli bir bardaktan çay içerken çayın buharını seyretme mutluluğuna doyum olmaz. İşte böylesine saadetlere hiçten saadetler denir.
Eşimle hayatımız hiçten saadetlerle doludur. Bizim saadetimiz yazılacak saadet değil yaşanacak saadettir. Zor da olsa birkaç anımızı kaleme almıştım: Anılarda Kendimizi Görme adlı, bastıramadığım eserimde eşime de yer vermiştim. Bir konuda da iddialı yazmıştım: Eşimle evlendiğimizden beri, hatta evlenmeden 3-4 sene öncesinden beri (53 yıldan beri) her gün oyun oynarız. Eskiden birkaç oyun oynarken şimdilerde yalnız kâğıt oynayabiliyoruz. İşte bu konunun Gines Rekorlar kitabına girecek bir konu olduğu iddiasında bulunmuştum.
Hatırlanması bile insana huzur verecek güzel alışkanlıklarımız var. Bizim için gelenekleşmiş bu alışkanlıkları tutuk klavyemle tespit etmek olay değil; ama bir ucundan başlayalım:
Çalıştığım yıllarda, mesaiden sonra eve gelince önce yorgunluk kahvemizi veya çayımızı karşılıklı içerdik. Çayın yanında eşimin yaptığı kurabiyeler iyi giderdi. Eşim kurabiye, pasta özellikle sandviç yapmakta ustadır. Usta, zaman içinde çaktırmadan pastaları kesti. Bu son zamanlarda çay ve kahve de dokunuyor; ama…
Daha önce bir yazımda da anlatmıştım, çalıştığım bir özel okuldayken, şimdi rahmetli olan 80 yaşlarında bir delikanlı “ Masamda çiçek vazosu olmadan yemeğe oturmam.” demişti. Benim yanımda eşim olduktan sonra vazoya ihtiyaç duymam.
Eşimle çay kahve sohbetlerimiz de anılmaya değer. Hayal merdivenimiz de uzun.Örneğin Van’ın Muradiye’sindeyken balkondan Van Gölü’nü görürdük. Bu manzara bizi Boğaz içine götürürdü. Her akşam Boğaziçi… Öyküler okuyarak şiir gibi kahvaltılar yapardık.
Bu yazıyı kaleme almamın nedeni böylesine hiçten saadetleri anlatmak değildi. Benim gurmeliğimi anlatacaktım. Daha doğrusu gurmelikten anlamadığımı…. İçtenlikle söylemek gerekirse gurmenin ne olduğunu sözlükten öğrendim.
Nasıl başlasam? Eşim yemek yaparken bir kaşık yemekle yanıma gelir. Yemeğin tadına, tuzuna, yağına, baharatına; pişip pişmediğine bakmamı ister. Her seferinde anlamadığımı söylememe rağmen bu alışkanlık devam ediyor. Bitmedi, yemek piştikten sonra çeyrek porsuyonu önüme kor. Aldığım tat damak tadı mıdır gönül tadı mı ayırt edemem. Bir hususu ekleyeyim, eşim bazen bu alışkanlığı aksatır. O zaman anlarım ki yemeğe biri gelecek. O zaman daha tuzlu, daha baharatlı yapıyor da… çaktırmadan tuzu ve baharatı da azalttı bu günlerde.
Güzel alışkanlıklar ila nihaye devam edemiyor. Cancağızım; “Artık yemek yapmayı öğren.” diyor bana. Sahi be, yetmişine kadar niçin öğrenemedim? Nasıl öğrenebilirdim? Annem, anneannem, eşim öyle güzel yemekler yapıyorlardı ki onların yanında benim yemeklerim? Açılmışken ekleyeyim büyük oğlum da Türkiye’nin sayılı ustalarından (Bakınız: Şifalı Yemek Tarifleri) İnsan kendi yaptığı yemekleri beğenir; ama ben, anne annemin, annemin, eşimin ve oğlumun yemeklerini tadan ben, kendi yemeklerimin lezzetine varamıyorum. Tabii, anlayacağınız gibi bunun için değil yemek yapmamam.
Eşimin ‘tamam’ dememesi için ‘devam’ etmesi için yemek yapmıyorum. Ancak eşime yardım ediyorum: Götür getir, aç kapat, yak söndür … işlerine bakıyorum.
Cancağızım, anlamlı anlamlı “Artık yemek yapmayı öğren.” diyor.
Sabahattin Gencal, Başiskle - Kocaeli, 18. 04. 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder